Grid

GRID_STYLE

Classic Header

{fbt_classic_header}

Header Ads

//

Canlı Akış

latest

MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR

Sual:Şu Mîracı Azim, niçin Muhammedi Arabi'ye (a.s.m.) mahsustur? ElCevap: Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütübü Mukaddese'de...

MÎRACLA İLGİLİ BİRKAÇ SUALE CEVAPLAR

Sual:Şu Mîracı Azim, niçin Muhammedi Arabi'ye (a.s.m.)mahsustur?


ElCevap:


Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütübü Mukaddese'den, pek çok
tahrifata mâruz oldukları hâlde, şu zamanda dahi, Hüseyni Cisrî gibi bir
muhakkik, Nübüvveti Ahmediye'ye (a.s.m.) dair, 114 işârî beşaretleri
çıkarıp "Risalei Hamîdeye"de göstermiştir.
Saniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvveti
Ahmediye'den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygam
beri o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen
nakledilmiştir.
Sâlisen: Velâdeti Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kabe'deki sanemlerin
sükutiyle, Kisrâyı Fâris'in sarayı meşhuresi olan eyvanı inşikak etmesi
gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve camide bir
cemaati azime huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı mü-
farekatı Ahmediye'den (a.s.m.) deve gibi 
enin ederek ağlaması, nass ile, şakkı kamer gibi,muhakkiklerin
tahkikatıyla bine baliğ mûcizatla serfıraz olduğunu tarih ve siyer
gösteriyor.
Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâkı hasenin şahsında en
yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehâdetiyle secayayı samiye,
vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede ve Dini İslâm'daki inehas
ini ahlâkın şehâdetiyle, şeriatında en âlî hisalı hamide, en mükemmel
derecede bulunduğuna ehli insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Söz'ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi,
ulûhiyyet, muktezayı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en
azamî bir derecede Zâtı Ahmediye (a.s.m.) dinindeki azamî ubudiyetiyle
en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlıkı Âlem'in nihayet
kemâldeki cemâlini bir vasıtayla göstermek, muktezayı hikmet ve
hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir surette gösterici ve tarif
edici, bilbedahe o zâttır.
Hem Sanii âlemin nihayet cemâlde olan kemâli san'atı üzerine enzarı
dikkati celbetmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ
ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân et
mek istemesine mukabil,—tevhidin en azamî bir derecede—bütün mer
atibi tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem, sâhib âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, ni
hayetsiz hüsni zatîsini ve cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifıni ây
inelerde muktezayı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek
istemesine mukabil, en şaşaalı bir surette âyinedarhk eden ve gösteren
ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu sarayı âlemin sânii, gayet hârika mûcizeleriyle ve gayet kıy
mettar cevahirlerle dolu hazinei gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve
onlarla kemâlâtım tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en azamî
bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu kâinatın sanii, şu kâinatı envaı acayip ve zinetlerle
süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh
ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve muktezayı hikmet olarak on
lara o âsâr ve sanayiinin mânâlarını, kıymetlerini, ehli temâşâ ve te
fekküre bildirmek istemesine mukabil, en azamî bir surette cin ve inse,
belki ruhanîlere ve melâikelere de Kur'ânı Hakîm vasıtasıyla rehberlik
eden, yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkimi Hakimi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat
ve gayeyi tazammun eden tılsımı muğlâkını ve mevcudatın "Nereden?
Nereye? Ve ne oldukları?" olan şu üç suali müşkilin muammasını bir elçi

vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vazıh bir
surette ve en azamî bir derecede hakaikı Kur'âniye vasıtasıyla o tılsımı
açan ve o muammayı halleden yine bilbedahe o zâttır.
Hem şu âlemin Sânii Zülcelâl'i, bütün güzel masnuatıyla kendini
zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nîmetlerle kendini onlara
sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyatı ve
arzuyu İlâhîyyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil,
en âlâ ve ekmek bir surette, Kur'ân vasıtasıyla o marziyyat ve arzuları
beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâttır.
Hem Rabbû'lÂlemin, meyvei âlem olan insana, âlemi içine alacak bir
vüs'ati istidat verdiğinden ve bir ubudiyeti külliyeye müheyya et
tiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan bir re
hber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fânîden bakîye çevirmek
istemesine mukabil, en azamî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur'ân
vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en
ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.
İşte, mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan
zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde
geçmiş vezaifı en azamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât,
elbette o Mîracı Azim'le Kabı Kavseyn'e çıkacak, saadeti ebedîye kapısını
çalacak, hazinei rahmetini açacak, îmananın hakaikı gaybiyesini görecek,
yine o olacaktır.
Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet dere
cede süslü tezyinat vardır. Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, on
ların saniinde, gayet şiddetli bir iradei tahsin ve kasdı tezyin var
olduğunu gösterir. Ve iradei tahsin ve tezyin ise, bizzarure o sanide,
san'atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kutsî bir muhabbet olduğunu gös
terir. Ve masnuat içinde en cami ve letaifi san'atı birden kendinde göster
en ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzel
likleri "maşallah" deyip istihsan eden, bilbedahe o san'atperver ve
san'atını çok seven saniin nazarında en ziyade mahbub o olacaktır.
İşte, masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışık
landıran letaif ve kemâlâta karşı, "Sübhanallah, Maşallah, Allahü Ekber"
diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur'ân'ın nağamatıyla kâinatı velveleye
verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhirle, zikir ve tevhidle, ber
ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.
İşte, böyle bir zât ki J^Lıü IS" t^^Jl sırrınca bütün ümmetin işlediği
hasenatın bir misli, onun kefei mizanında bulunan ve umum ümmetinin
salâvatı, onun manevî kemâlâtına imdat veren ve risâletinde gördüğü
vezaifın netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbeti



İlâhîyyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mîrac merdi
veniyle Cennet'e, Sidretû'lMünteha'ya, Arş'a ve Kabı Kavseyn'e kadar
gitmek, aynı hak, nefsi hakikat ve mahzı hikmettir." (Bediüzzaman Said
Nursî, Sözler, s. 539542)







Sual:Bin müşkîlât ile, tayyare vasıtasıyla ancak bir iki kilometreyukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyibirkaç dakika zarfında kateder, gider, gelir?
Cevap:
Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareketi senevîyesiyle bir dakikada
takriben 188 saat mesafeyi keser. Takriben 25 bin senelik mesafeyi bir
senede katediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sap
an taşı gibi döndüren bir Kadîri Zülcelâl, bir insanı Arş'a getiremez mi?
Şemsin cazibesi denilen bir kanunu Rabbânî'yle, mevlevî gibi etrafında
pek ağır olan cismi arzı gezdiren bir hikmet, câzibei rahmeti Rahmân'la
ve incizabı muhabbeti Şemsi Ezel'le bir cismi insanı berk gibi arşı
Rahmân'a çıkaramaz mı?








Sual:Haydi, çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Velîler gibi ruhve kalbi ile gitse, yeter.
Cevap:
Madem Sanii Zülcelâl, mülk ve melekutundaki âyâtı acibesini göster
mek ve şu âlemin tezgâh ve menbalarını temâşâ ettirmek ve amâli beşer
iyenin netaici uhrevîyesini irae etmek istemiş. Elbette âlemi mubsıratın
anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat alemindeki âyâtı temâşâ
eden kulağını, Arş'a kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun
hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan
cismi mübârekini dahi, tâ Arş'a kadar beraber alması muktezayı akıl ve
hikmettir. Nasıl ki, Cennet'te, hikmeti İlâhîyye, cismi ruha arkadaş ediy
or. Çünkü, pek çok vezaifi ubudeyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar
olan, cesettir. Elbette o cesedi mübarek, ruha arkadaş olacaktır. Madem,
Cennet'e cisim, ruhla beraber gider; elbette, Cennetû'1i Me'va gövdesi
olan Sidrei Münteha'ya uruc eden Zâtı Ahmediye (a.s.m.) ile cesedi
mübârekini refakat ettirmesi, aynı hikmettir.



Sual:Birkaç dakikada binler sene mesafeyi katetmek, aklen
muhaldir.

Cevap:
Sanii Zülcelâl'in san'atında harekât, nihayet, derecede muhteliftir.
Meselâ, savtın sür'atiyle, ziya, elektrik, ruh, hayâl sür'atleri ne kadar
mütefâvit olduğu malûm. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar



muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür'atli olan ulvî
ruhuna tâbi olmuş, ruh sür'atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?
Hem 10 dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun.
Hattâ, bir dakikada insan gördüğü rüyayı, onun içinde işittiği sözleri,
söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla
zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zamanı vahid, iki şahsa nisbeten,
birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
Şu mânâya bir temsille bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareket
inden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayâlden tezahür eden
sür'ati harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki, o
saatte 10 iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan 60 defa daha
geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi 60 defa daha geniş bir daire içinde
saniyeleri, diğeri yine 60 defa daha geniş bir dairede saliseleri ve hakeza
rabiaları, hamiseleri, sadise, sabia, samine, tasia, tâ aşireleri sayacak
gayet muntazam azim bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati
sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa, herhalde aşireleri sayan
ibrenin dairesi, Arz'ın medarı senevisi kadar, belki daha fazla olmak
lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saati sayan ibreye inmiş
gibi o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor; diğeri, aşireleri sayan
ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zamanı vahidde müşahede ettikleri eşya,
saatinizle Arz'ın medarı senevisi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok fark
ları vardır. İşte, zaman—çünkü— harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir
şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta carî olan bir hüküm, zamanda
dahi carîdir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine
binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu hakikati ömrü de o kadar
olduğu hâlde, aşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda o muayyen
saatte Resûli Ekrem (a.s.m.), Burakı Tevfiki İlâhîye biner; berk gibi bütün
dairei mümkinatı katedip acaibi mülk ve melekutu görüp, dairei vücub
noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü'yeti cemâli İlâhîye mazhar
olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.



Yine hâtıra gelir ki: Dersiniz: "Evet, olabilir, mümkündür. Fakat hermümkün vâkî olmuyor? Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsaliolmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?



Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ, her
zînazar, gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar.
Her zîilim, aklıyla, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ ar
kasına bir dakikada gider. Her zaman, namazın ef al ve erkânına fikrini
bindirip, bir nevi mîracla kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her
zîkalb ve kâmil velî, seyrü sulukla, Arş'tan ve dairei esma ve sıfattan 40
günde geçebilir. Hattâ, Şeyhi Geylânî, İmamı Rabbânî gibi bâzı zâtların
ihbaratı sâdıkalarıyla, bir dakikada Arş'a kadar urucu ruhanîleri oluyor.
Hem ecsamı nurânî olan melâikelerin Arş'tan ferşe, ferşten Arş'a kısa bir
zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehli Cennet, mahşerden
Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar nu
muneler gösteriyorlar ki, bütün evliyaların sultanı, umum mü'minlerin
imamı, umum ehli Cennet'in reisi ve umum melâikenin makbulü olan
Zâtı Ahmediye'nin (a.s.m.) seyrü sülûkuna medar bir mîracı bulunması
ve onun makamına münasip bir surette olması, aynı hikmettir ve gayet
mâkuldür ve şüphesiz vâkîdir. (Bediüzzaman SaidNursî, A.g.e., s.
534536).




Sual:Miracın semeratı ve faydası nedir?
Elcevap:
Şu şecerei Tûbai Manevîye olan Mîrac'ın 500'den fazla meyvelerinden
numune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz. 



BİRİNCİ MEYVE

Erkânı îmaniyenin hakaikını gözle görüp, melâikeyi, Cennet'i, âhireti,
hattâ Zâtı Zülcelâl'i gözle müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir
hazine ve bir nuru ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu Kâinatı,
perişan ve fânî ve karmakarışık bir vaziyeti mevhumeden çıkarıp, o nur
ve o meyve ile, o kâinatı; kutsî Mektûbatı Samedaniyye, güzel âyinei
cemâli Ehadiyye vaziyeti olan hakikatini göstermiş. Kâinatı ve bütün
zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nur ve o meyve ile beşeri;
müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a'dâsı nihayetsiz ve fânî,
bekasız bir vaziyeti dalâletkâraneden o insanı o nur, o meyvei kutsîyye
ile Ahseni Takvim'de, bir mûcizei kudreti Samedaniyyesi ve mektubatı
Samedaniyyenin bir nüshai camiası ve Sultaniı Ezel ve Ebed'in bir
muhatabı, bir abdi hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin
hayretkârı, habibi ve Cenneti bakiyesine namzet bir misafıri azizi sûreti
hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürür,
hadsiz bir şevk vermiştir, 



İKİNCİ MEYVE


Sanii mevcudat ve Sâhibi Kâinat ve Rabbû'IAlemin olan Hâkimi Ezel
ve Ebed'in marziyyatı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz, es
asatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o marziyyatı anlamak, o kadar
merakâver ve saadetâverdir ki, tarif edilmez. Çünkü, herkes, büyükçe bir
velîyyi nîmet yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya
ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki,
"Keşke bir vasıtai muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zâtla konuşsa
idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse
idim." der. Acaba bütün mevcudat, kabzai tasarrufunda ve bütün



mevcudattaki cemâl ve kemâlât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf
bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ih
sanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyyatını ve arzularını
anlamak hususunda hahişger ve merakâver olması lâzım olduğunu
anlarsın.
İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), 70 bir perde arkasında O Sultanı Ezel ve
Ebed'in marziyyatını doğrudan doğruya Mîrac semeresi olarak
hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
Evet, beşer, kumerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri
gidip, dönüp haber verse, hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa,
ne kadar hayret ve meraka düşer. Hâlbuki kamer, öyle bir
Mâlikû'lMülk'ün memleketinde geziyor ki, kamer, bir sinek gibi kürei ar
zın etrafında pervaz eder. Kürei arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar.
Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikû'1Mülki Zülcelâl'in
bir misafirhânesinde mumdarhk eder. İşte, Zâtı Ahmediye (a.s.m.), öyle
bir Zâtı Zülcelâl'in şuunatını ve acaibi san'atını ve âlemi bekada hazaini
rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâli
merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâfı akıl ve
hikmetle hareket ettiğini anlarsın.



ÜÇÜNCÜ MEYVE


Saadeti ebedîyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve
inse hediye etmiştir. Evet, Mîrac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti
görmüş ve Rahmânı Zülcelâl'in rahmetinin bakî cilvelerini müşahede et
miş ve saadeti ebedîyeyi kafiyen, hakkalyakîn anlamış, saadeti ebedîyen
in vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki, bîçâre cin ve ins,
kararsız bir dünyada ve zelzelei zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyli
zaman ve harekâtı zerrat ile adem ve fırakı ebedî denizine döküldüğü
olan vaziyeti mevhumei canhıraşanede oldukları hengâmda, şöyle bir
müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve îdamı ebedîyle kendilerini
mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar
saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama, îdam edileceği anda, onun
affıyla kurbu şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün
cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.



DÖRDÜNCÜ MEYVE

Rü'yeti cemâlullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her
mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o
meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıy
as edebilirsin. Yâni, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan
bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatma
nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder
derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda et
mek derecesine çıkar. Hâlbuki, bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve
ihsan, onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten,küçük birkaç lemaatın,
güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve
nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zâtı Zülcelâli
ve'lKemâl'in saadeti ebedîyede rü'yetine muvaffak olması, ne kadar saa
detâver ve medarı sürür ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen
anlarsın.



BEŞİNCİ MEYVE



İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sanii Kâinat'ın nazdar sevgil
isi olduğu, Mîrac'la anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir.
Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o
meşveyle o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcud
atı üstünde bir makamı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve süruru
mes'udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü, âdi bir nefere
denilse, "Sen, müşir oldun." Ne kadar memnun olur. Hâlbuki, fânî, âciz
bir hayvanı nâtık, zeval ve firak sillesini dâima yiyen bîçâre insana,
birden ebedî, bakî bir Cennet'te, Rahîm ve Kerîm bir Rahmân'ın rahmet
inde ve hayâl sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelânında, kalbin
bütün arzularında, mülk ve melekutunda tenezzühe, seyerana ve
cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadeti ebedîyede rü'yeti cemâline de
muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan ne
kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini ta
hayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsille bir iki meyvenin dereceİ kıy
metini göstereceğiz.
Meselâ: Seninle biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz
ki, her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı. Her taraf müthiş
cenazelerle dolu. işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların
vaveylâsıdır. İşte, biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse, o
memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjdeyle bize yabancı
olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler
suretine dönse. O müthiş cenazeler, huşu ve huzûda, zikir ve teşbihte bi
rer ibâdetkâr şeklinde görünse. O yetimane ağlayışlar,
senakârane"Yaşasınlar!" hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar,
garatlar, terhisat suretine dönse. Kendi sürurumuzla beraber herkesin
süruruna müşterek olsak, o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette
anlarsın. İşte, Mîracı Ahmediye'nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nuru î-
mandan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazarı dalâletle bakıldığı vakit,
yabancı, muzır, müz'iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş
cenaze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün
sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylalar olduğu hâlde, dalâletin öyle
tasvir ettiği hengâmda; meyvei Mîrac olan hakaikı erkânı îmâniye nasıl
mevcudatı sana kardeş, dost ve Sânii Zülcelâl'ine zâkir ve nıüsebbih; ve
mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve sadâlar, birer
tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir.
İkinci Temsil: Seninle biz, sahrayı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum den
izi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile
göremiyoruz. Kimsesiz, hamisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümitsiz bir vazi
yette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip,
sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden Cennet
misâl bir yerde istikbâlimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir
hamimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa;
ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
İşte, o sahrayı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat
içinde harekâtı zerrat ve seyli zaman tahrikiyle çalkalanan mevcudat ve
bîçâre insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbâli, müthiş
zulümat içinde, nazarı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi
bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semerei Mîrac olan
marziyyatı İlâhîyye ile şu dünya, gayet kerîm bir zâtın misafirhanesi, in
sanlar dahi onun misafirleri, memurları, istikbâl dahi Cennet gibi güzel,
rahmet gibi şirin ve saadeti ebedîye gibi parlak göründüğü vakit ne
kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın. (Bediüzzaman Said
Nursî, Sözler, s. 544547).

Hiç yorum yok